Boran Kuzum ile Röportaj

Çekim günü Soho House’a ilk giden ben oldum. Yıllardır farklı projelerde izleme fırsatı bulduğum ve birebir tanıyan herkesin hakkında güzel şeyler söylediği Boran Kuzum, InStyle Türkiye’ye ilk kez konuk olacaktı. Hazırlıklıydım; çok sorum vardı ama yüz yüze edinilen izlenimin yerini hiçbir şeyin tutamayacağının da farkındaydım. Tanıştığımız andan itibaren arkadaş grubumun bir ferdiymiş gibi rahatça konuşmaya başladığım, röportajı da bu hisle gerçekleştirdiğim Kuzum gerçekten anlatıldığı gibi; çok kibar, samimi ve uyumlu bir insan. Zamanla sürekli bir yarış halindeki hayatımıza sakin, keyifli bir çekim olarak kazınan günü ekip olarak başarıyla tamamladık ve mutlu ayrıldık.
 

  • Ankaralısınız, hala sık gidiyorsunuz. İstanbul’a geldiğinizde alışma süreciniz nasıldı?

Ben aidiyet hissi olan bir insan değilim galiba, bunu da yaşadıkça fark ediyorum. Bu nedenle çok sık konum değiştiriyorum, Ankara’ya gidişlerimin sebebi de bu. Benim için en rahatının iki şehir arasında gidip gelerek yaşamak olacağını düşünüyorum. Seyahat etmek, o enerjiyi sürekli içinde tutmak daha iyi geliyor. En iyisi her yerin turisti olmak, turist gibi yaşamak.
 

  • Babanız Ankara Devlet Tiyatroları’nda genel müdür yardımcılığı yaptı, anneniz güzel sanatlar fakültesi mezunu. Bu mesleğe yönelmenizde onların mutlaka etkisi olmuştur…

Evet, ikisinin de yaratıcı alanlarda çalışıyor olması beni muhakkak etkiledi. Babam evde de resim yapar, müzikle ilgilenirdi ve orada çalışmasının da etkisiyle beni çocukluğumdan beri olabildiğince çok tiyatroya, operaya, baleye götürürdü. Ailemi hayatımda hem büyük bir şans hem de destek olarak görüyorum. Ülkemizde, dünyada bir sürü genç var, ebeveynleri onları bir şekilde yönlendirmeye ihtiyaç duyuyor, sözüm ona iyiliğini istiyor. Ama kimi zaman tutmuyor bazı şeyler. Hangi mesleği yaparsanız yapın hiçbir meslekte iş garantisinin olmadığına inanıyorum, herkes kendi şansını kendi yaratıyor. Büyük bir şehirde yaşıyorken, birçok sorunla boğuşuyorken insanın tutunabileceği tek şey sevdiği mesleği yapabiliyor olmak.
 

  • İran yapımı Mest-i Aşk filminizin çekimleri de devam ediyor bir yandan. Farklı bir iş…

Çekimlere ekim ayında İzmit’de başladık. Senaryosu çok güzel bir film. Çok özel bir konuyu; Mevlana ve Şems’i yine çok özel bir şekilde işliyor. Ben Mevlana’nın küçük oğlu Alaeddin’i canlandırıyorum, ailesini korumak için Şems’i uzaklaştırmaya çalışıyor, hatta onu öldürdüğü rivayet ediliyor. O kadar katmanlı bir karakter ki! Film Mevlana ve Şems’in dostluğunu benim ve İskender diye başka bir karakterin gözünden anlatıyor seyirciye. Biz biraz seyircinin iki taraflı vicdanı gibiyiz; olay örgüsü ve sonuçtan çok oradan çıkan büyük felsefenin önemi anlatılıyor. Muhteşem bir sanat ekibi var, üç saat makyajla hazırlanıyorum, beni çok değiştiriyorlar.

  • Genç ama çok deneyimli bir oyuncusunuz, yer aldığınız tüm projeler başarılı oldu. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Konservatuar bittikten sonra öğrendiklerinizi pratiğe dökme isteği çok yoğun oluyor. Henüz tanınmayan isimler olduğunuz için de çok iş tercih etme lüksünüz olmuyor. Sektöre prodüksiyon ve hikaye anlamında güçlü işlerle giriş yapmak benim şansım oldu. Kendinizi göstermeye başladıktan sonra ise sektör kişileri tarafından ister istemez belli kalıplara sokuluyorsunuz. Eğer parlayan bir oyuncuysanız jön, orta parlayan bir isimseniz başroldeki erkeğin yakın arkadaşı gibi sığ ve anlamı olmayan kalıplar bunlar. Ben çok şanslıyım ki 19 yaşından beri çok iyi bir menajerle, Yasemin Özbudun’la çalışıyorum. Ne istediğimi çok iyi biliyor. Hiçbir zaman diretilen o kalıplara girmek istemedim, benim için hep önemli olan güçlü bir hikayenin bir parçası olmak oldu.
 

  • Bir karakterin içinde uzun zaman geçirdikten sonra vedalaşmak zor oluyor mu?

Canlandırdığınız her karakter sizin bir parçanız oluyor. Ben karakterin gerçeğinden yola çıkarak onu bulan biri değilim, önce kendi içimden bir şey yakalıyor, onunla bağdaştırıyor ve bu şekilde ilerliyorum. Hepsi benim bir parçam haline geldiği için vedalaşmam gereken zamanda da duygusal bir süreç oluyor. Tıpkı çocuk doğurup, büyütüp sonra onun kendi yoluna gidişini izlemek gibi.

  • Sık imaj değiştiriyorsunuz. Bıyığınız Leon karakteriyle başladı ve sonra imajınızın bir parçası oldu değil mi?

Mesleğimden dolayı görünümümü sürekli değiştirmem gerekiyor. Uzun zamandır saçımın nasıl olacağına kendi hür irademle karar veremedim. Yazın askere gittim, bir tek onun için işimden bağımsız bir şekilde saçımı kestirdim. Bıyığı seviyorum. Vatanım Sensin ile başladı ve orada bıyık benim fikrimdi aslında, yönetmenlerimiz Yağmur ve Durul Taylan kuaföre, “Tertemiz olsun,” demişlerdi benim için, ama ben bir de bıyıkla bakmalarını istedim, sonra da böyle kaldım.
 

  • Eleştirir misiniz kendinizi?

Çok eleştiriyorum. Ben genellikle bardağın boş tarafını gören bir insanım, bu yüzden de hep o tarafı doldurmaya çalışıyorum. Aslında mutsuzluk getiren bir şey değil; kimi insan bardağın dolu tarafını görüp mutlu olur, ben boş tarafını görüp mutlu oluyorum. Biz yaşsız bir iş yapıyoruz. Umarım daha uzun yıllar bu işi yapmaya devam edebilirim, ettiğim sürece de sürekli kendime bir şeyler katmam, güncellemem gerek. Hümeyra gibi. Eğitimin hiçbir zaman bitmediği bir meslek bu, o yüzden bardağın boş tarafını görmeye devam etmenin daha iyi olduğunu düşünüyorum.

  • Sık seyahat ediyorsunuz. Yakın zamanda sizi en çok etkileyen ülke hangisiydi?

Kesinlikle Prag, inanılmaz ruhu olan bir şehir. Bir de ben gezdiğim zaman turist gibi değil oranın yerlisi gibi olmayı, sokaklarında yürümeyi seviyorum. Prag’ın her metrekaresinde ruh var.
 

  • 2020’de mutlaka gitmek istediğiniz bir yer var mı peki?

İtalya’ya hiç gitmedim, ne zaman olur bilemiyorum ama bir ay gibi bir süre gitmeyi, kasabalarını gezmeyi hatta araba yolculuğu yapmayı planlıyorum.

  • Farkındalığı yüksek bir hayran kitleniz var. Afrika’da sizin adınıza bir su kuyusu yaptırmışlar, Yüksekova’da bir kütüphaneye kitap bağışında bulunmuşlar, Sakarya’da sanat atölyesi açmışlar…Nasıl bir his bu?

Mesleğimizin getirdiği sürekli göz önünde olma durumuna çok zor adapte oldum. Bir de ben kendi küçük arkadaş grubu olan, daha sade yaşamayı seven bir insanım. Daha da zor oldu tabii. Ama bu duruma alıştıktan sonra, ki gerçekten alıştım artık, aksine mutlu olmaya başladım. Tanımadığınız insanların sevgisini, iyi dileklerini hissetmek çok güzel bir şey. Kendimi en yalnız hissettiğim zamanlarda bile öyle hissetmememi sağlıyorlar, çok yaratıcı ve destekçiler. Onları çok seviyorum.

İlgili Makaleler