Amerikalı sanatçı Crystal Wagner, sıradan malzemeleri fantastik evrenlere dönüştürerek doğa ile yapay olanın kesiştiği bir hayal dünyası kuruyor.
Crystal Wagner’ın etkileyici enstalasyonları
Canlı renkler, devasa formlar ve sınır tanımayan dokular… Wagner’ın etkileyici enstalasyonları, izleyiciyi yalnızca görsel değil, aynı zamanda fiziksel ve duygusal bir deneyime davet ediyor. Doğadan ilhamla şekillendirdiği bu çarpıcı yapılar; kâğıt, plastik ve kumaş gibi gündelik ögelerin yeniden hayat bulduğu, tanıdık ama bir o kadar da yabancı dünyalar sunuyor. Heykel, mimari ve çizimi bir araya getiren çok katmanlı sanat pratiğiyle Wagner ile doğaya dönüş, kent yaşamı ve yaratıcı üretim süreci üzerine konuştuk.
Eserleriniz heykel, enstalasyon ve çizimi özgün bir şekilde harmanlayarak izleyiciyi içine çeken dünyalar yaratıyor. Bu kendine has sanat tarzınızı nasıl geliştirdiniz? Yolculuğunuzu şekillendiren etkiler nelerdi?

Her zaman söylerim, bir sanatçı olarak kendimi tek bir üretim biçimiyle sınırlandırmamaya çalışıyorum. Her süreç, her malzeme ve her yaklaşım, üzerinde yoğunlaştığım konuya bağlı olarak bana açık. Bugüne kadar resim, baskı, seramik, ahşap işleri, alternatif malzemelerle deneyler ve çizim gibi birçok alanda çalıştım. Bu ifade biçimleri, süreç içerisinde doğal olarak ortaya çıkıyor; merakımı takip ederek mevcut araştırmalarımın beni hangi malzeme ve işaretlere yönlendirdiğini izliyorum.
Doğa, enstalasyonlarınızda merkezi bir rol üstleniyor gibi görünüyor. Doğa ile kent yaşamı arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz? Bu ilişki eserlerinizi nasıl besliyor?

Doğada bulunan biçimler ve yapılar her zaman ilgimi çekmiştir. Kaplumbağa kabuğundaki desenler, kök ve dal ağları, kumda oluşan kıvrımlar, kar tanelerindeki fraktallar, böcek kanatlarındaki desenler ve peteklerdeki altıgenler gibi yapılar beni büyülüyor. Nehirlerin kıvrımları, erozyonun taşlar üzerinde bıraktığı izler ya da bitkilerde ve hayvanlarda tekrarlanan tüy, pul ve yaprak desenleri… Her biri, sürekli değişen ve karmaşık bir sistemin parçası. Tüm işlerim, ekoloji ve biyolojinin derin ve etkileyici diliyle kökleniyor.
Günümüzde pürüzsüz yüzeyler, yapay malzemeler ve teknoloji odaklı estetik anlayışlarla şekillenen modern çevrelerimiz, doğayla olan bağımızı zayıflatıyor. Kendi gezegenimizde birer yabancıya dönüşüyor, farkındalığımız giderek köreliyor. Mikrokozmos adını verdiğim küçük ölçekli çalışmalarımda, flora ve faunada bulunan detayları, kâğıttan oluşturduğum başka dünyalara ait heykellerle keşfediyorum. Bu eserlerin hem tanıdık hem de yabancı gelmesi ilgimi çekiyor. İzleyicinin tanıdığını sandığı bir şeyi yeniden keşfetmesiyle oluşan deneyim, bana göre keşfin özü bu şekilde işliyor.
Enstalasyonlarınız çoğu zaman içinde bulundukları mekânın sınırlarını zorlar nitelikte. Mekânın sanatınızdaki rolünden ve farklı alanlar için üretim yaparken benimsediğiniz yaklaşımdan bahseder misiniz?

Enstalasyonlarımın çoğu, insanlara mekân içinde var olan bedenler olduklarını hatırlatmayı amaçlıyor. Eserlerimi çok katmanlı bir şekilde mekâna yerleştirerek, izleyicinin yalnızca bakmakla kalmayıp fiziksel olarak da etkileşime girmesini sağlıyorum. Büyüme, hayret ve bütünsel bir deneyim gibi kavramları keşfederken yalnızca enstalasyonun yerleştirildiği alanı değil, aynı zamanda eser ile izleyici arasındaki boşluğu da harekete geçirmeye çalışıyorum. Rilke’nin şu sözlerini çok anlamlı buluyorum: “Bu ağaçlar muazzam, ama aralarındaki yüce ve etkileyici boşluk daha da muazzam; sanki onların büyümesiyle birlikte o da genişliyor.”
Büyük ölçekli işlerinizle izleyicide nasıl bir duygu ya da mesaj bırakmayı umuyorsunuz? Sizi özellikle etkileyen izleyici tepkileri oldu mu?

Sanatçıların birer dünya kurucusu olduklarına inanıyorum. Büyük ölçekli işlerim, çevremdeki dünyaya dair duyduğum derin meraktan doğdu. Gerçek mekânların yerini giderek daha fazla teknolojik ve yapay dünyalar alıyor. Düz ekranlar ve dijital cihazlar sadece dikkatimizi değil, bedenimizin fiziksel farkındalığını da azaltıyor. Doğada seyahat ederken, yanında durduğum devasa bir ağacın beni küçücük hissettirmesi ya da sesin bile olmadığı bir kanyonun ortasında olmak, bana insan eliyle düzenlenmiş alanların dışında da var olan “insan ötesi” dünyayı hatırlatıyor. Enstalasyonlarım, yaratıldıkları mekâna bağlı olarak izleyiciye fiziksel bir farkındalıkla yeniden bağ kurma imkânı sunuyor. İzleyiciye, bu üç boyutlu dünyada kendisinin de üç boyutlu olduğunu hatırlatmak istiyorum.
David Abram, “The Spell of the Sensuous” adlı kitabında bu durumu çok çarpıcı bir şekilde özetliyor: “Kendi yarattığımız soyutlamalarla o kadar meşgulüz ki, bu teknolojiler sadece bize kendimizi geri yansıtıyor.” Sanatsal üretimim –ister karmaşık mikrokozmoslar, ister geniş manzaralar olsun– insan ile doğa arasındaki kopukluğu, yapay malzemelerle inşa edilen kapsayıcı dünyalar üzerinden sorguluyor.
Eserlerinizde organik formlar ile sentetik malzemeler sıkça kesişiyor. Bu zıtlığa sizi ilk çeken neydi? Gelecekte bu temayı nasıl geliştirmeyi planlıyorsunuz?

İnsanların günlük olarak kullandıkları malzemelerin çevreyle kurdukları ilişkiyi nasıl etkilediğini merak ediyorum. Pürüzlüyken pürüzsüze dönüşen dokular, canlıyı temsil etmesi için üretilmiş plastik bir bitki… Dış dünyayı hatırlatan nesnelerle iç mekânları doldururken aslında bambaşka bir dünya yaratıyoruz. İşlerimdeki tüm biçim ve formlar, hem mikro hem makro ölçekte doğal dünyadan ilham alıyor. Büyük ölçekli enstalasyonlar yaratırken, bu iki dünya arasında köprü görevi gören şey kullanılan malzemenin ta kendisi oluyor. Kullanılmış bir masa örtüsü ya da plastik şişelerden üretilmiş bir kumaş, hayal ötesi bir şeye dönüşebiliyor. Belki de modern dünyanın malzemelerini kullanarak doğaya yeniden ulaşmaya çalışıyorum. Sonunda plastiklerin kendiliğinden büyüdüğü bir geleceğe gidiyoruz.
Dünyalar; form, ses ve onları dolduran topluluklardan oluşur. “Rhizomes” adını verdiğim yeni disiplinlerarası projeler serisinde, sanat, çevresel sürdürülebilirlik ve toplumsal etkileşim arasındaki kesişimi araştırıyorum. Çağdaş dans koreografları, müzisyenler, ses sanatçıları, görsel sanatçılar, edebiyatçılar ve felsefe programlarıyla yaptığım işbirlikleri, sanatın bölümler, toplum ve yerel kuruluşlar arasında bir köprü kurma kapasitesini keşfediyor. Bu projeler, çevresel sürdürülebilirlik ve sorumluluk üzerine anlamlı tartışmalara zemin hazırlıyor. Yaratıcılık, yeniliğin kıvılcımıdır.
Kapak/Fotoğraflar: Crystal Wagner’ın izniyle @artistcrystalwagner
İlginizi çekebilir >>>>> Lena Dunham’ın “Too Much”ında moda hak ettiği ekran süresini alıyor